30 Haziran 2008

Bir zamanlar köleliğe son vermek hayalî gözüküyordu

Aşağıdaki yazı Adam Hochschild’in 2005 yılında Houghton Mifflin Yayınlarında basılan « Bury the Chains - Prophets and Rebels in the Fight to Free an Empire's Slaves » adlı kitabından seçilen alıntılardan oluşmaktadır.Bu kitap 18 ve 19. yüzyılda Büyük Britanya’da, köleliğin ortadan kaldırılması için düzenlenen kampanyanın tarihini anlatıyor. Bu eseri, köleliğe son vermeyi hedefleyen küçük bir azınlığın, o dönemde tamamıyla hayalî adledilen böylesi bir hedefe kayıtsız kalan hatta bazen düşmanca bakan bir kamuoyunun desteğini nasıl kazandıklarını öğrenmek isteyen herkese tavsiye ediyorum.
Antoine Comiti

Londra’da, 1787 yılının başlarında, bir sokak köşesinde durup, köleliğin ahlakî açıdan kınanılası bir kurum olduğunu ve kanunî olarak yasaklanması gerektiğini söyleseydiniz, yoldan geçen on kişiden dokuzu gülmekten kırılır, sizin kaçık olduğunuzu düşünürdü. Onuncu kişi belki sizinle prensipte hemfikir olabilir, fakat köleliği ortadan kaldırmanın kesinlikle mümkün olmadığı konusunda sizi temin ederdi.

Köylüsünden rahibine, halkın büyük çoğunluğunun köleliği tamamen normal kabul ettiği bir ülkeydi İngiltere. Karaibler’de yapılan tarımdan elde edilen kârin ekonomiye büyük destek olduğu; kölelerin yetiştirip işledikleri şekere uygulanan gümrük vergilerinin hükümetin belli başlı gelir kaynaklarından birini oluşturduğu; ve on binlerce denizcinin, tüccarın, gemi üreticisinin hayatlarını idame ettirebilmelerinin köle ticaretine bağlı olduğu bir ülkeydi aynı zamanda. Köle ticareti daha önce eşi benzeri görülmemiş boyutlara erişmiş ve Londra da dahil olmak üzere liman şehirlerine refahı getirmişti. Üstelik, yirmi ingiliz vatandaşindan ondokuzu oy kullanma hakkına bile sahip değildi. Bu en temel haktan dahi yoksun olan insanlar, derilerinin rengi farklı olan ve taa okyanusun diğer tarafında yaşayan öteki insanların hakları için nasıl kafa yorabilirlerdi ki?

Geçmişe dönülüp bakıldığında, çeşit çeşit kölelikçi düzenlerin haricinde bir şeye rastlanmadığından, var olan dünya düzeni bir kat daha normal gözüküyordu. Yunanların ve Romalıların köleleri vardı; İnkaların ve Azteklerin köleleri vardı; büyük dinlerin kutsal metinleri kölelikten doğal bir kurum olarak söz ediyorlardı. Kölelik paranın kullanılmaya başlanmasindan da yazılı kanunlardan da önce vardı. İşte dünya – bizim dünyamız evet- bundan yalnızca iki yüzyıl önce bu vaziyetteydi. Ve insanların büyük çoğunlğunun zihninden başka türlü olabileceğinin hayali dahi geçmemekteydi.

Eğer çok ısrar edilirse, belki bazı ingilizler bu kurumun oldukça nâhoş olduğunu itiraf edebilirlerdi elbet – ama çayınıza şeker nereden gelecekti o zaman? Kıraliyet Donanması mürettebatı romlarını nereden bulacaklardı? Bir Parlamento üyesinin söylediği gibi “ Köle ticareti hoş bir ticaret değil[di], zira kasaplık da hoş bir ticaret değildi, ve lâkin kuzu pirzolası çok iyi bir şey[di]”.

Köleliğe son vermeği savunan insanlar vardı elbet, fakat nadirdiler ve dağınıktılar.

Mutlaka... havada bir huzursuzluk dolanıyordu. Fakat, yarı bilinçli, muğlak bir huzursuzluk hissetmek ayrı, var olan bu aynî durumun gün gelip değiştirilebileceğine inanmak ayrı şeylerdir. Örneğin dönemin Parlamento üyesi Edmund Burke, köleliğe karşıydı ama Atlantik ötesi köle ticaretine son vermenin (bizzat kölelik kurumuna son vermek zaten söz konusu dahi değildi) “hayalî” olduğunu düşünüyordu. 18. yüzyıl sonunda yaşayan ingiliz vatandaşları kölelik kurumu konusunda vicdanî olarak çok rahat olmasalar da, bu kurumu yok etme fikri gülünç bir rüyaydı onlar için.

On iki kişiden oluşan köleleliğe son vermeyi amaçlayan kurul 1787 mayısında ilk kez toplandıkları zaman, köleliğin ya da köle ticaretinin ortadan kaldırılmasını alenen taleb eden bir avuç insana kaçık ya da en iyi ihtimalle iflah olmaz idealistler gözüyle bakılıyordu. Kalkıştıkları iş öylesine devasaydı ki, kendileri dışinda herkese imkânsız gözüküyordu.

Oysa bu on iki insan, köleliği yalnızca bir canîlik olarak değil çözümlenebilir bir sorun olarak da ele alıyorlardı. Madem ki insanoğlu başkalarının çektiği acılardan kaygı duyma yetisine sahip, öyleyse gerçeği gün yüzüne çıkartmak onu harekete geçmeğe sevkedecektir diye düşünüyorlardı.

Bundan sadece bir kaç sene sonra, kölelik sorunu ingiliz politik hayatının merkez gündemine yerleşecekti. Her önemli şehir ve kasabada köleliği ortadan kaldırma hedefine hizmet eden bir kurul oluşmuştu. 300 000 i aşkın ingiliz vatandaşı kölelerin ürettiği şekeri yemeği reddediyordu. Köleliğe son kampanyaları Parlamentoyu daha evvel hiçbir konu münasebetiyle toplanmamış sayıda imzaya boğuyordu.

Insanoğlunun empati (eşduyum) yetisi gizemli bir mevzudur; bazı durumlarda bu yetiye sahip olup, bazı durumlarda ise olmaması gariptir... Herhalûkârda, söz konusu dönemde, insan empatisinin anî yükselişi herkesi hazırlıksız yakaladı. Köleler ve tahakküm altındaki insanlar, tarihin her döneminde ayaklanmışlardı, ama böylesi bir kampanya Ingiltere’de asla görülmemiş birşeydi: İlk kez çok büyük sayıda insan, başka insanların hakları için, harekete geçiyor, uzun seneler boyu faaliyetlerine aktif bir şekilde devam ediyorlardı. Daha da şaşırtıcısı, bunu, derilerinin rengi farklı olan ve başka bir kıtada yaşayan insanların hakları adına yapıyorlardı. Tabii hiç kimse, dönemin Jamaika tarım işletmecilerinin Londra temsilcisi, kendisi de tarım işletmesi sahibi ve kölelik yanlısı lobinin başlıca simalarından olan Stephen Fuller kadar şaşıramazdı bu duruma. On binlerce insan kölelik karşıtı kampanyalara imza vermekteyken, Fuller “[bu insanların] bizzat kendilerine yapılan hiçbir haksızlıktan ve ya gelen zarardan bahsetmiyor” olmaları karşısında hayrete düşüyordu.

Kölelik karşıtları kazandılar, çünkü sosyal adaleti savunan herkesin göğüs germek zorunda kaldığı bir güçlükten kaçmadılar: Yakın ile uzak arasındaki bağları görünür kılmak. Çoğunlukla, kullandığımız ürünlerin nerden geldiklerini bilmeyiz; onları üretenlerin yaşam koşulları hakkında fikrimiz yoktur. Bu sebepledir ki kôlelik karşıtları işe önce, İngilizlerin, yedikleri şekerin, tüttürdükleri tütünün ve yudumladıkları kahvenin ardındaki gerçeğin bilincine varmalarını sağlamakla başladılar.

(Fransızcadan çeviren Ipek Thévenon)

ETE SON Bildirisi

ETE SON Bildirisi" internette (1) ortaklaşa yazılmıştır :
Et üretimi yediğimiz hayvanları öldürmek anlamına geldiği için,

Söz konusu hayvanlar kendilerine dayatılan şartlarda yaşarken ve ölürken acı çektikleri için,

Et tüketimi bir zorunluluk olmadığı için,

Duyulara sahip varlıkların kötü muameleye maruz kalmamaları ve zorunlu kalınmadıkça öldürülmemeleri gerektiği için

Hayvanların et elde etmek amacıyla yetiştirilmelerine ve avlanmalarına, keza et ticaretine, satışına ve tüketimine son verilmelidir.

(1) fransizca http://fr.groups.yahoo.com/group/abolitiongroup/ ve ingilizce muadili olan http://groups.yahoo.com/group/meatabolition/ tartışma gruplarında.

(Fransızcadan çeviren Ipek Thévenon)

ETE SON hareketi

İnsanların büyük bir çoğunluğu ciddi bir neden olmaksızın hayvan öldürmenin gerekli olmadığını düşünüyor. Örneğin Fransa’da, bizzat ceza kanunu mecbur kalmadıkça bir ineği, koyunu, tavuğu ya da domuzu öldürmeği yasaklıyor.

Üstelik gün geçtikçe daha iyi biliniyor ki sağlıklı bir yaşam için et yemek gerekli değil.

« Ete hayır ! » demenin zamanı gelmedi mi artık ?!

Neden bu talebi –ki devasa görünmesine rağmen son derece basit bir talep bu aslında- tüm dünyada hayvanlar yararına yürütülen hareketleri birleştiren temel hedef haline getirmeyelim ?

Şüphesiz hayvanların maruz kaldıkları sayısız acıyı ve mahrumiyeti gözler önüne sermekten, kınamaktan ve insanların bu ızdırabı hissetmelerini sağlamaya çalışmalışmaktan asla vazgeçmemeliyiz. Hayvanların minnacık kafeslere hapsedilmeleri, etlerini ve/ve ya kimi iç organlarını ‘leziz’ kılmak amcıyla olağanüstü besilendirilmeleri, sakat bırakılmaları, boğa güreşi ve benzeri güç gösterilerinde katledilmeleri… gibi en akla hayale sığmayacak ama maalesef düpedüz gerçek ve yaygın muamelelerin yasaklanmasını talep etmeye devam etmeliyiz. Hayvanların duyarlığının – ve bizim duyarlığımızın da- ne denli gerçek ve önemli olduğunu yılmadan vurgulamalıyız. Türcülüğü, yani canlıları – aslında gayet izafî ve neredeyse keyfî- bir takım « tür » tanımlarına hapsedip sonuçta tahakküm piramidini ilim kisvesi altında doğrulamaktan başka bir amaca hizmet etmeyen görüşleri sorgulamalıyız. Vejetaryanlığı ve vejetalyanlığı özendirmeyiliz.

Ama bunlar yeterli değil.

Hayvan katline ve et tüketimine son verme talebini açıkça politik olarak dile getirmemek kendi kendimizle tutarsız olmamız anlamına geliyor artık.

Böyle bir talebin hayata geçirilmesi öyle gerçekdışı görünüyor ki, onu yüksek sesle dillendirmeye dahi cesaret edemiyoruz. Kendi fikirlerini başkalarına dayatmayı arzulayan fanatikler olarak algılanmaktan ürküyoruz özellikle de.

Oysa haksızız. Hasbelkader et yiyen en sıradan vatandaşı mezbahaların savunucusu olarak görmekte haksızız. Toplumun bu talebi duymaya hele hele de tartışmaya hazır olmadığinı – böyle düşündüğümüzün tam da bilincinde olmadan- farz ediyoruz. Oysa haksızız.

18.yüzyılda insan köleliği yasaldı, hatta sömürge ekonomisinin temel unsurlarından biriydi. Bu yüz asırlık evrensel uygulamaya son vermeyi hayal etmek bile o zamanlar gerçekdışı görünüyordu. Köleliğin resmen yasadışı kabul edilmesini sağlayan harekete önderlik edenlerden örnek alalım.

« Hayır ! » deme sırası bizde simdi : « Ete hayır ! ». Biz de hayvan katline ve et tüketimine dur demeyi dünya çapında bir kampanyanın temel hedefi yapalım.

Bu hedefe 21. yüzyıl sona ermeden evvel birçok ülkede pekalâ ulaşılabileceğine inanmamı sağlayan sayısız bilgiyi bu blok üzerinden sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.

Antoine Comiti

(Fransızcadan çeviren Ipek Thévenon)